Welcome to Our Website

Beşiktaş’ın en büyük sorununu ve çözümünü Zafer Arapkirli açıkladı

Bir süredir, daha aktif biçimde spor yazarlığına yaptığım dönüş sürecinde, Beşiktaş’ın bu şehirde oynadığı son maçları hiç kaçırmadan çıplak gözle ve TV’deki maçlarını da olabildiğince analitik ve eleştirel (duygusallıktan uzaklaşmaya gayret ederek) bir gözle izliyor, yorumlarımı okurlarla paylaşıyorum.

Beşiktaş’ı idari ve sportif – teknik anlamda yönetenlerin belki de zaman zaman keyiflerini kaçıracak eleştiriler de hiç kuşkusuz bu yazı ve yorumların ana malzemesini oluşturuyor.

Beşiktaş’ın idari ve mali yapısına dair çok iddialı sözler etmekten imtina ederim. Zira, kulübü, yönetim binasından kongrelerine, divan toplantılarına, kulislerine kadar yakından izleyen meslektaşlarımın yazıp çizdikleri ve konuştukları ile sınırlıdır diyeceklerim. Bunun ötesinde bir fikir beyanı, şu ünlü deyişle, “Bilgi sahibi olmadan fikir sahibi olmak” faslına girer, ki bunu mesleki bir ayıp sayarım.

Ama sahada olup bitenleri, futbolu iyi – kötü 60 seneye yakın bir süredir izleyip keyif alan bir fani olarak, dünya futbolunu da yakından takip etmeye çalışan biri olarak, yorumlamak boynumuzun borcu.

Yani, ortalıkta, bizlerin gözü önünde yaşananları, güzellikler ile eksiklikleri ile, yanlışları ile herkes gibi biz de görüyor ve eleştiriyoruz.

Kimi zaman bu konuda hem taraftarla hem de meslektaşlarımızla, yani “oyunu yorumlayanların” görüşleri ile ters düşüyoruz.

Ama kendi zaviyemizden gördüklerimizi söylemek de hakkımız.

Yazacaklarımız (aslında bugüne kadar yazdıklarımız da) alınan sonuçlardan, yenen gollerden (2 lig maçında toplam 7 gol) ve yitirilen puanlardan bağımsız olarak, bazı temel gerçekler.

Israrla yazdığımız bazı şeyler var:

Bu takım bazı unsurları aksasa da, aslında “kötü olmayan bir bir kadroya” ve insan malzemesine sahip.

Şimdi hemen bu cümle üzerine atlayıp, “Abi.. Filanca oyuncu Beşiktaş’ın oyuncu değil ya… Bu takımda ne işi var?..” diyebileceğiniz isimlere odaklanmayın.

Geçmişte, bu değerlendirmeleri yaptığınız bazı oyuncuların, Beşiktaş’tan gittikten sonra nerelerde neler yapabildiklerini gördük. Hepsini, isim isim saymayayım. Dorukhan, Rıdvan, Umut Nayir filan diyeyim… Yeter…

Anlatmak istediğim şey, “elindeki malzemeyi nasıl kullanabildiğinle” ilgili.

Ama önemli olan, elindeki malzemeden bir takım oluşturup bunu uygun bir biçimde sahaya yansıtabilmek. Yani kafandakini hayata geçirmek.

İşte, teknik yönetime eleştirilerimiz hep bu noktada odaklandı.

Maç yazılarımızı düzenli takip edenler bilir.

Hep bunun altını çizdik:

Takımda çok yavaş oyuncular da var, tempolu oyunda rakiplerine ecel terleri döktürebilecek kalitede önemli “değerler” de var.

Marifet, işte burada devreye giriyor.

Farklı sürat ve yetenekte oyuncuları “senkronize” edebilmek.

Beşiktaş takımı, birlikte ve aynı hızda ileriye de gidemiyor, geri de gelemiyor.

Maçların teknik analizini tek tek yaptığınızda hep bunu görüyorsunuz.

Kazanılan maçlarda da kaybedilenlerde de hep “Birlikte hücum edip, kolay gol fırsatı yakalayıp, bunları gole dönüştürebilmekte” yaşanan sıkıntılardan söz ediyoruz.

Kaybedilen (Trabzonspor ve Adana Demirspor başta olmak üzere) maçlarda da kazanılanlarda da, hep “Birlikte geri gelememek ve rakibe olmadık anlarda olmadık pozisyonları verecek şekilde geride savunmasız yakalanmak” zaafından söz ediyoruz.

Bunların tek tek oyuncu kalitesi ile bir alakası yok.

Bir de tabii her takımın ihtiyacı olan bir “beyin” ya da “lider oyuncu” figürü lazım. Yoksa da yaratmak lazım.

Yani işler kötü gittiğinde “Haydi beyler!… Come on guys!… Vamoooos!” diye herkesi yakalarından tutup sarsacak ve ayağa kaldıracak biri.

Var mı böyle bir adam takımda?

Benim gördüğüm yok. Kimse de bu sorumluğa talip değil.

Bazen böyle figürler, sahada “kenar yönetime rağmen” çıkar ortaya…

Şu anda olmamasının en önemli nedeni de, tabii ki “işlerin ters gidiyor olması” . Böyle dönemlerde birleşme değil, dağılma eğilimi söz konusudur.

Dağılma sürecinde de kimse “sorumluluk almaz”

Ne zaman alınır? “Beşiktaşlılık ruhu” devreye girerse.

Peki, var mı o ruh?

Ara ki bulasın.

Kim yaratacak?

Burada idari ve teknik yönetimin devreye girmesi lazım artık.

Teknik analizle devam edelim…

Bugün stoper pozisyonunda, bana göre (Saiss’in kalitesini hep hatırlatıyoruz ama, artık o öykü sona erdi. Unutacağız) pek çok takımın sahip olmak isteyeceği, Colley, Amartey ve Bailly gibi değerlerin, her oynadığı maçta yüzde yüzene hatta yüz ellisini hakkıyla veren Necip gibi adamların var.

Evet… “Artık, ona mı kaldık abi?” dediğiniz Necip’i bile iyi kullanabildiğin zaman nelere kadir olduğunu Avrupa serüveninde gayet iyi gördük, görüyoruz. Adam bulunduğu yeri doldurmasını biliyor. Evet, 15 sene önceki çocuk değil. Ama Avrupa’nın önemli ekiplerinden gelmiş Afrikalılarla aynı kalitede oynayabiliyor. Şapka çıkaracaksınız.

Geride, uygun kombinasyonu bir yakalayıp bir kaybediyor Şenol Hoca. Sakatlıklar filan tamam da… İyi uyum sağlayan “göbek ikili” hep değişiyor bu takımda.

Orta saha desen, elinde Gedson gibi, Amir gibi, istikrarsız olsa da iyi oynadığında parmak ısırtan Salih gibi, elemanlar var. Demir Ege’de bile üzerinde iyi çalışıldığında önemli seviyelere gelebilecekbir kumaş seziyorum. Bunları kime versen, “havada karada” kapmaya çalışır.

Yalan mı?

Rosier, Rashica, Masuaku, Onur gibi kanat elemanlarının da uygun biçimde “kombine edildiğinde” nelere kadir olduğunu tartışmam bile.

İleri kanatlarda Rashica, Rebic gibi elemanlar da, yine başka kulüplerin hiç de ellerinin tersi itebileceği insanlar değil. Muleka’ya dair bir söz etmek istemiyorum. Ne zaman etsem, hayal kırıklığı yaratıyor. Teslim oldum artık o konuda.

Mühim olan, bunlardan uygun bir “karışım ve formül” oluşturup ve uygun bir “senkronize hız” ile sahada kullanabilmek.

“İleri uç?” dediğinizi, bu soruyu sorduğunuzu ve sabırsızlandığınızı duyar gibi oluyorum. Biraz sabredin. Ona da geleceğim.

Ama araya, Şenol Hoca’nın “Neden hâlâ soru işareti ile baktığını” anlayamadığım Alex Oxlade Chamberlain’e dair bir iki laf etmek gerek.

Daha önce de yazmıştım, zerinde yıllarca taşıdığı Liverpool formasının renginin bir düşük tonu bile yeter bu takıma katkı için. Daha fazla zaman ver daha geniş bir alan ver, oynar ve oynatır bu adam.

Bazen bir oyuncuya gereken özgürlüğü ve inisiyatifi verirsen içinden müthiş bir patlama yapabilir.

Bunu yılların Şenol Güneş’i nasıl bilmez? Nasıl bilemez?

Geride, ortada ve kanatlarda yaşadığımız sorunların pek çoğunun, bu “senkron” yani hız uyumu sorunundan kaynaklandığına aşını vurgu yapmamın sebebi, aksaklıkların ve rakip takımlara verilen pozisyonların büyük bir kısmının bundan kaynaklanması da, ondan.

Gelelim, Aboubakar ve Cenk meselesine.

Baştan beri söylüyorum.

Cenk ve Abou’nun, zaman zaman eski günlerini hatırlatırcasına attıkları usta işi golleri bir yana koyarsak, “pil ömürlerinin” dolduğunu artık herkes biliyor.

Artık her ikisi de gerek “top tutmak” gerek “yer tutabilmek” (yani gereken zamanda gereken yerde şıp diye bitebilmek) gerekse “eski usta iyi vuruşları daha sık yapabilmek” anlamında ömürlerini doldurmuş oyuncular.

Evet, Abou “Taşı (topu) gediğine koyduğunda”, tribünü nasıl zevkten çılgına çevirebileceğini zaman zaman gösteriyor. Ama o kadar. Yani “zaman zaman…” Ve bu “zamanların” da bazen kritik maçlarda puan almak, tur atlamak için yeterli olması, bu oyuncunun eski kalitesini koruduğuna yeterli kanıt dğeil.

Cenk desen öyle.

Koşamıyor bu çocuk artık. Koşarmış gibi yapıyor.

Orta sahadan ya da kanatlardan atılan topları alıp, rakip defansın aklını başından alan o eski Abou ve Cenk yoklar artık.

Bunu kabul edelim.

O kadarını kenardan Burak Yılmaz’ı alsan o da yapabilir (ofsayta düşme yüzdesini 99’dan 80’lere filan indirebilirse tabii) zaten.

O yüzden de skor üretemiyor takım.

Oyunun genelinde topa sahip olmak, pas yüzdesi, ceza sahasına ortalar filan, “hikaye” anlamı taşıyor o yüzden.

Yoksa, pozisyon hazırlığı anlamında bir sıkıntı yok.

Skor?

Trabzonspor maçında ilk şutunun 82’nci dakikada gelmesi, Adana Demirspor maçında genelde kapanan rakibin kalesine kaç etkili şut atabildiğin gerçeğini unutma.

Buna mukabil adını andığımız (toplam 7 gol yediğiniz) her iki rakibin de “insan malzemesi” senin çok gerinde. Bu da yalan mı?

O halde?

Hastalığın teşhisi ve tedavisi ortada.

Ya ilerideki elemanlara topu onların hızına ve yeteneklerine uygun bir oyun tarzı ile aktarmanın yolunu, diğerlerine öğreteceksin, ya da onların yerine alternatif “golcü” üreteceksin.

Yanlış duymadınız… “Golcü üretmekten” söz ediyorum.

Yani “ya bir yol bulacaksın, ya bir yol yapacaksın” durumu…

Golcü dediğin canlı türü markette filan satılmıyor.

Zaten dünyada da çok fazla yetişmiyor.

Yetişeni de Avrupa’nın 3 – 5 dev kulübü kapış kapış alıyor. Zaten paraya boğuyor.

Salah’ı, Haaland’ı, Ronaldo’yu, Messi’yi, Müller’i, Lewandovski’yi, Neymar’ı filan veren oldu da almadık mı?

Yakın geçmişte, İnönü Stadı’na tarihi keyifler yaratan Talisca’yı bile alamadın.

O halde “kendi tarlandan” yetiştireceksin bu ürünü.

Artık, elindeki 11 içinden mi alternatif yaratırsın, “Sera”nda (Nevzat Demir – Fulya) mı üretirsin bilemem. Onu da ben öğretemem.

Ama böyle bir ev ödevin (aslında bir yığın ödevlerin) olduğunu bilerek yapacaksın işini.

Yoksa, her yönüyle mükemmel malzemeyi bana da ver ben de maç kazanırım.

Çıkın oynayın, koşun, atın golleri gelin…

Beni de maç sonunda çağırın “üçlü çektireyim” diyerek olmaz bu iş.

Üçlü çektirmek işin en kolay ve keyifli yanı.

Onu hak etmek ayrı bir konu.

Velhasıl, Beşiktaş’ın hocasında düğümleniyor her şey.

Herkes elinde kamayla, kılıçla, keleşle, bombayla saldırırken ben savundum Şenol Hoca’yı. Herkes, kazanılan maçlardan sonra bile elinde “yağlı urganla” koştururken, ben müdafaasına koştum.

Ama, yukarıda yazdığım her şeyi de, kazanırken de kaybederken de ısrarla yazdım. Ve iyi niyetle yazdım.

Avrupa serüveninde 7 maçta 6 galibiyet 1 beraberlik gibi bir sonucu başkası almadı.

Lig’de son iki maçı çıkarırsan, (Pendik maçındaki hakem katliamını saymazsan) henüz yitirilmiş büyük bir şey yok.

Hele ki, öteki ezeli rakipleri ile elindeki insan malzemesini düşündüğünde.

Ama, artık “ev ödevlerini” de daha ciddi ele almak lazım bu takımın “Teknik kadro odasında”

Ödev dosyası yüklü.

Ama Şenol Güneş’in ben hâlâ bunu başarabileceğine inanıyorum.

Kim ne derse desin, oyuncularını da yönetimi de “kibarca tribünlerin önüne atma eğilimleri” gösterirse de göstersin, yine de bir silkinişe imza atabileceğine inancımı korumak istiyorum.

“İstifa!..” diye bağırmak kolay.

Bugün yönetime bağıran ve Şenol’u biraz olsun savunan tribün bile, bir iki puan daha yetirilsin, buna başlayacaktır. Şimdilik tutuyorlar kendilerine.

Ama çözümün onun ellerinde olduğunu unutmamak ve arkasında durmak gerek.

Önümüzdeki 3 ya da 4 maçlık periyod önemli.

Bunu aşabilen ve “senkron” ve “vites” sorunlarını giderebilen bir Şenol’un bu yoldan alnı ak çıkacağını umuyorum, diliyorum.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir